Çanakkale cephesi, eli kalem tutanlarımızın,
üniversitelilerimizin, medreselilerimizin yani okumuş ve okuyan
gençlerimizin çarpıştığı, eriyip tükendiği yegâne cephedir.
Nitekim 1909 ve 1914 Askeri Mükellefiyet Kanunu gereğince
askerlik vazifesinden muaf veya tecilli olan 17–22 yaşları
arasında nice gençlerimiz bulunmaktaydı. Bunların bir kısmı
henüz mektebin lise ve orta kısmında, bir kısmıysa mezun ve
İstanbul Darülfünunu veya Avrupa üniversitelerinde tahsildeyken,
birbirleriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve
gönüllü olarak askere yazılmışlardı. Hatta içlerinden Irak
Cephesi’nde şehit düşen 646 numaralı Celal İbrahim seferberliğin
ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında
sabahlamış ve “1 Numaralı Gönüllü” yazılmak şerefini elde
emiştir. Onları tek tek anlatmaya elbette imkân yoktur. Ama
hepsi adına bir lise öğrencisi olan Mehmet Muzaffer’den
bahsetmek gerekir.
Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer “zabit namzedi”
olarak Çanakkale’de idi. Müttefik İngiliz ve Fransız
kuvvetleri, Çanakkale’ de uğradıkları mağlubiyetlerden ve
verdikleri binlerce zayiattan sonra Boğaz’ı aşamayacaklarını
anlamışlar, 1915’in son haftasıyla 1916’nın ilk haftasında bütün
hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi. Galatasaray Lisesi
öğrencisi iken gönüllü Çanakkale cephesine giden subay adayı
Mehmet Muzaffer Bey ise alayının otomobillerine lastik satın
almak için bir gecede yaptığı sahte 100 lira ile hatıralarda yer
tuttu.
Muzaffer Çanakkale’ye vardığında Çanakkale
harbi durmuştu. Zaman zaman
İmroz ve Bozcaada’da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları
bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan’ından
Aralık sonuna kadar süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu
bombardımanlar hiç mesele bile değildi. Bu gelişmeler
nedeniyle Çanakkale’de ki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas, Irak, ve Filistin cephelerine sevk
edilecekti. Bir çok birlik hazırlanma ve noksanlarına ikmal emri
aldı. Mehmet
Muzaffer ise birliğin alay karargâhında görevliydi. Alay’ın kamyon
ve otomobil lastiği gibi bir takım malzemeye ihtiyacı
vardı. Bunlar ise ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi. O
devirlerde bu gibi basit satın almalar için arttırma yapmak,
ilanlarda bulunmak gibi bir satın alma üslubu yoktu. Her şey “güven”
üzerine kurulmuştu. Muzaffer açıkgözlü ve
becerikli İstanbul çocuğu olduğundan karargâhına gerekli
malzemenin temin ve satın alınması için onu görevlendirildi.
Gereken paranın kendisine verilmesi içinde Erkan-ı Harbiye
Riyaseti’ne yani Genel Kurmay Başkanlığına hitaben yazılı bir
tezkerede eline verildi.
O yıllarda İstanbul’da otomobil ve kamyon nadir
olan
vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve
karaborsaydı. Muzaffer birliği için gerekli lastikleri uzun
uğraşlarla aradı, nihayet Karaköy’de bir
Yahudi tüccarda istediklerini buldu. Fiyatlar çok yüksekti, ama
yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Gerekli parayı
almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki tezkereyi gerekli
yerlere havale ettirdi. Bir süre sonra Muzaffer, yaşlı bir
kaymakam Yarbay’ın huzurundaydı. Kaymakam uzatılan tezkereyi
okudu. Karşısında hazır ol da duran ihtiyat zabitine baktı.
İsteyeceği paranın miktarını sormadan,
—Ne alınacak?
—Kamyon lastiği. Cevabı verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer’e
dik dik baktı:
—Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak
parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun.
Haydi, yürü git, insanı günaha sokma para mara yok!
Bunun üzerine Mehmet
Muzaffer selamını verdi ve dışarı çıktı. Harbiye Nezareti’nin bahçesinden dışarıya ağır ağır
yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay’ın ihtiyacı
vardı. Elindeki (Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve
iki binek arabası lastiksizdi. Malzemeler mutlaka
lazımdı. Kendisi bu görev bulur alır diye
verilmişti. Malzemeyi
bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi, bir çare bulmalıydı.
Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı’na vardı birden
durdu. Kendi kendine güldü, aradığı çareyi bulmuştu. Doğru
tüccar yanına gitti ve ona:
—Paranın ödeme işlemi akşamüstü bitecek, ezandan sonra gelip
malları alamam. Gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden önce
vapur Çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah
ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin.
Tüccar, “peki” dedi.
Muzaffer tam ayrılırken ilave etti:
—Altın para vermiyorlar kâğıt para verecekler.
Tüccar
yine “peki” dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez
Kumandanlığından sağladığı araba ve
erlerle ezan vakti
tüccarın kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları
hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı
loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüz liralık kâğıt
para verdi. Araba dörtnal Sirkeci’ye yollandı. Malzeme oradan
gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.
Üç gün sonra tüccar elindeki bu parayı bozdurmak üzere
Osmanlı Bankası’na gitti. Bozmadılar zira elindeki para sahte
idi.
Muzaffer, para basımında kullanılan kâğıdın aynısını Karaköy
kırtasiyecilerinden almış, bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve
boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek şekilde
taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği para
buydu. O devrin gerçek paralarının üzerindeki yazılar arasında
bir de şu ibare bulunuyordu: “Bedeli Dersaadet’te altın olarak
tesviye olunacaktır.” Yani “bedeli altın olarak
değiştirilecekti”. Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu yazıyı
değiştirerek, “Bedeli Çanakkale‘de altın olarak tesviye
olunacaktır.”
Onun burada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı,
altından daha kıymetli kanı idi.
Sahte paraya gelince...
Tüccar bunu bir sorun yapmadı. Yapmak mı istemedi,
yapmaktan mı çekindi bilinmez. Ancak olay bütün İstanbul’da
yayıldı. Dünyada benzeri olmayan ve olmayacak olan bu olay
Şehzade Halim Efendi’nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen
yaverini göndererek bu tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit
paranın bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef
kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip,
İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu
emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.